AA56 | Aylaklık Hak mıdır?
Sürekli koşturmak zorunda olduğumuz bu dünyada aylaklık yapabilmek hakkı artık bir insan hakkı sınıfına girer mi?
Biraz Teşekkür:
Malum, Aklımın Akışı bir süredir size ulaşmıyordu. Tam tarihe bakmadım ama aşağı yukarı 2 ay olsa gerek, oturup, bir şeyler yazıp, Aklımın Akışı’nı hazırlayıp size göndermeye kafam müsait değildi.
Bu arayı kapatan son Aklımın Akışı’nı ise geçen hafta size gönderdim ve bu bülten muhtemelen tüm AA’ların arasında en çok ilgi çeken, en çok yorum yapılan ve en çok etkileşim verilen AA oldu.
Rakamlar şöyle:
Yani, özlenmiş :)
Umarım bundan sonra AA’yı bu kadar uzun ara vermek zorunda olmadan devam ettirebilirim.
Biraz Sohbet:
Geçen bir sohbet sırasında Cansu’ya dedim ki, “bir günüm bile yok ki şöyle kafayı tamamen rahatlatabilecek şekilde bitirebilmiş olayım veya hayatımı yavaşlatayım.”
Bu konuyu uzun zamandır düşünüyorum. Kendimi bildim bileli sürekli bir şeyler yapmak, biraz daha ilerlemek, duvarımın üstüne hep bir tuğla daha koymak istiyorum. Hep hızlı moddayım.
Hep bir şeyler öğrenmeliyim, öğrenmezsem keyfim kaçıyor. Uzun süre bir şeyler okumayınca, uzun süre bir şeyler dinlemeyince “hayatı kaçırıyormuşum” gibi hissediyorum.
Aylaklık yapamıyorum. Arkadaşlarımla buluşunca bile kalkınca hangi işleri yapmaya başlayacağımı planlıyorum.
Bunun bir övünç kaynağı olduğunu düşünmüyorum, tam tersi, insanın psikolojik olarak rahatlamasına kesinlikle imkan vermeyen bir şey.
Hep dolu bir kafayla yaşamak, hep hedeflerle ilerlemek, hep bir şeyler yapma zorunluluğu bazen yorucu olabiliyor.
Bunun tam tersi de sıkıntılı tabi, onun da farkındayım. İnsan sürekli olarak aylak yaşayamaz. Sürekli olarak aylak yaşayan insanların hayatlarında bulunduğu seviye de malum. Hiçbir şey başaramıyorsun.
Ancak insan sürekli olarak böyle “dolu” yaşama baskısında da olmamalı.
Bunun mutlaka bir dengesi bulunmalı.
Ancak ne kadar uğraşırsam uğraşayım, bu dengeyi hayatımda yakalayamıyorum.
Hiçbir şey yapmadan geçirdiğim bir gün ya yok, ya da olsa bile vicdani açıdan fazla yorucu benim için.
Aklım hep “şu bomboş geçirdiğim bir güne neler neler sığdırabilirdim” diye düşünüyor. Bu da beni rahatsız ediyor.
Twitter’da gezinirken Rahmi Koç’un aşağıdaki röportajına denk geldim.
En büyük hayalini “hiçbir plan yapmadan, hiçbir iş yapmadan tüm gün bir plajda takılmak” olarak anlatmış.
Eminim ki o da benim size yukarıda anlattığım dengesizlikten müzdarip. Yönetmesi gereken binlerce şirket ve insan, yapması gereken binlerce iş arasında, kafayı resetleyip gerçek anlamda “tatil” yapabilmek ne mümkün?
Şunun da altını çizmek lazım.
Eğer hayatı böyle yaşamayan biri olsaydım, kendi çapımda “başarı” olarak nitelendirebileceğim şeyleri yapabilir miyim? 2 tane kitap yazdım, onlarca blog yazım var, 5 tane eğitim hazırladım, şirketimi büyütmeye çalışıyorum, 200.000’e yakın takipçim var, hepsi bir şekilde sürekli çabalamanın bana verdiği ödüller.
O yüzden, hayatımın bu aşamasında geldiğim yere minnettarım, ama biraz da kafa rahatlığı lazım ve yaş ilerledikçe bunun ihtiyacını daha çok duyuyorum.
Aylaklık Hakkında:
Ne zaman aylaklık ile ilgili konuşsam, Emre Yılmaz’ın şu cümleleri aklıma geliyor, şöyle diyor:
Çalışmak, egemenlerin son on bin yıldır insanlığa dozu devamlı artan bir şekilde dayattıkları bir zordur. 19. yüzyıla kadar angarya ve kölelik gibi metodlarla baskıya dayanan yaptırımlar, 20. yüzyılda yerlerini teşviklere ve çok çalışmanın faziletlerini yücelten ahlâki propagandalara bıraktı. Bu havuç politikaları sopaya kıyasla o kadar daha etkili oldular ki, o günlere kadar hep aylak kalmayı tercih eden egemenler bile zamanla başkaları için uydurdukları propagandalara yürekten inanır hale geldiler. Çalışmamak ayıp oldu.
Nitekim geçtiğimiz çağlarda büyük zenginler güçlerini, at üstünde avlanırken veya kır evlerinin korusundaki asırlık bir meşe ağacının gölgesinde kucaklarında açık bir kitapla aldıkları aylak pozlarla gösterirlerdi. Şimdi ise masa başında, kravatlı, önlerinde çalıştıkları dosyaları ve elde kalemleriyle...
Eski çağların efendileri de, yeni çağların efendileri gibi ölümlüydüler. Ama yaşarken her gün ölmek sadece kölelerin işiydi. Artık hepimizin.
Eski Yunan'da, çalışmak zorunda olmayanlar toplumu yönetirlerdi. Aylaklık, güçlülerin kendilerini ifade ediş tarzıydı. Şimdi ise hükmedenler, çalışıyor gözükmeye ve çoğu zamanda gerçekten çok çalışmaya mecburlar. Aylaklık; güçsüzlerin ve sanatçıların "içine düştükleri" açması bir hâl, kötü bir huy ve büyük bir ayıp oldu. Oysa çok eskilerde aylaklık, hele idealleştirilmiş "Mutlak ve Mükemmel Aylaklık", Olimpos Tanrılarına has özel bir saadetti. Biz ölümlüler için ise bütün ömrümüzü şiirle, dansla, aşkla, türlü maceralar içinde, oyun oynayarak geçirmek bugün ayıptır. Hem ayıptır, hem kayıptır.
Aylaklık ve dinlenmek birbirlerinden çok farklı şeylerdir. Dinlenmek aslında çalışmanın uzantısıdır. Ancak çalışan adam dinlenmeye hak kazanır. Tatile çıkmalıdır ki, tekrar işine dönüp verimli çalışabilsin. Dinlenme ve tatil, çalışmanın öz kardeşleridir ve iş kölelerinin çalışma dışında yaptıkları herşey onları tekrar çalışmaya döndürebilmek için ustaca tezgahlanmış hilelerdir. Aylaklık ise, insanları çalışma mecburiyetinden uzaklaştıran herşeydir. Çalışma zorunluluğunda köleliğin, aylaklıkta ise özgürlüğün kokusu vardır.
Emre Yılmaz’ın bu cümleleriyle ilgili düşünceleriniz neler?
Yorumlarda paylaşın.
Biraz Müzik:
Geçen hafta müziksiz bir Aklımın Akışı gönderince takipçilerim arasında isyan çıktı, ben “az kişi dinliyordur ya, boşver” derken, meğersem tahmin ettiğimden daha fazla kişiye ulaşıyormuş bu müzik kısmı.
O yüzden, bundan sonra müzik bölümü yine, aynı şekilde tek bir şarkı paylaşımıyla devam etsin.
Bu haftaki şarkı en efsane rock-metal gruplarından biri olan Judas Priest’ten gelsin: A Touch of Evil.
Bence bir başyapıt.
İyi dinlemeler
Biraz Ben:
İkinci kitabımın çıkışının bu ay sonuna yetişeceğini önceki bültende sizlerle paylaşmıştım. Eğer yetişirse ikinci kitabımla birlikte önümüzdeki hafta İzmir Kitap Fuarında İzmirli okuyucularımla buluşup kitaplarını imzalayacağım.
Hatta bir sonraki hafta da İstanbul’daki TÜYAP Kitap Fuarına katılacaktım ancak uzun zaman önce planladığımız Bali tatili tam fuara denk geldi, bu beni bayağı üzdü, çünkü İstanbul’da bir imza günü yapmayı çok istiyordum.
Ancak o seneye kaldı.
İzmir’de ve yakın çevrede yaşayan dostlarımı 26 Ekim Cumartesi günü saat 14:00’de İzmir Kitap Fuarında imza günüme bekliyorum.
Detaylarını tekrar duyuracağım.
Sonraki bültende görüşmek üzere dostlar.
Yorumlarınız beni mutlu ediyor, üşenmezseniz fikirlerinizi lütfen paylaşın. Yorum yazmak için aşağıdaki butonu tıklayın:
Günlük sosyal medya paylaşımları ile bu haftalık yazılarınızı fırsatım oldukça okuyorum. İnsanlara bir şey katmaya olan çabanızı da ayrıca çok değerli buluyorum. Eline emeğine sağlık İbrahim BABADAĞ. Selamlar
Öncelikle ellerine sağlık. Müzik içerikli bir AA çok daha güzel..
Çok güzel haberler vermişsin kendinden, nazar değmesin!
Bir de konu çok iyi.
Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim;
Aylaklık makul ölçüde bir İHTİYAÇTIR :):)